Mustafa TOMBULOĞLU
(Yörtürk Kültür ve Sanat Dergisi /Mart-Nisan 2005)
Ermeni fanatikler tarafından gündemden düşürülmeyen “soykırım” iddialarının, 2001 yılında Fransa ile başlayan “siyasi” sürecini aralıksız devam ettirdiği görülüyor. Bütünüyle tarihe mal olmuş bu sorunda, 1.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı vatandaşı olan Ermenilerin durumuna ilişkin olarak, Türk Tarih Kurumu tarafından son dönemde dünya çapında gerçekleştirilen araştırmalarda esas alınan yabancı arşivlerin taranması işleminde büyük aşama kaydedildiği biliniyor.
Diğer taraftan, 1915 olayları ile ilgili tüm belgelerin Erivan’daki Devlet Arşivlerinde mevcut olduğunu çeşitli tartışma platformlarında dile getiren Ermeniler, her nedense bu bilgileri uluslar arası araştırmalara açmak gibi basit ve çözüme yönelik bir yolu tercih etmiyor. Bu nedenle, asılsız iddialarını destekleyen argümanlar; H.Morgenthau, A.Andonyan, F.Werfel ve A.Toynbee tarafından kaleme alınan anı-roman tarzı aktarımlar ile sınırlı kalıyor.
Oysa Batılı bir çok bilim, devlet adamı ve yazar günümüze değin, tarih adına objektifliği etik bir kriter olarak ele aldılar ve sadece yaşanan olaylar üzerinde odaklanarak, olayları haklı gerekçelerle arşiv belgelerine göre yorumlamayı tercih ettiler. Bu nedenle, günümüz Ermeni tarihçileri, tahrifata uğramış belgelerden başka bir veri sunamıyor ve masa başında hazırlanan “anı” niteliği taşıyan daha çok edebi ağırlıklı yazım örneklerini referans göstermekten öteye gidemiyorlar.
Ekonomik ve sosyal alanda çöküşe doğru sürüklenen Ermeni halkının belleği ise Taşnak, Hınçak, Armenakan ve Ramgavar Partilerinin, fanatikliğin ötesine geçen “terörist” çıkışlarının saplantı haline gelen tabularından arınamıyor.
Ermenistan dışında yaşamlarını sürdüren ve dünyanın sayılı zenginlerinden oluşan Ermeni burjuvası da kendi bünyesindeki ilişkilerini salt “soykırım” sektörünün beslenmesi üzerine kurmuş bir “sosyal grup” rolünü benimsemekle, bu kimliği bir arada tutabilen yegane mitosa sığınmaktan başka bir yol çizemiyor. Bu durumda, söz konusu sektörün ihtiyaç duyduğu “soykırım” endüstrisi, gerçek anlamda Ermenistan’a ve Ermeni halkına yönelik hiçbir fayda sağlayamıyor.
Dolayısıyla tarih ya da tarihçileri ilgilendiren “soykırım” konusu, mevcut konumu itibariyle tarihin “yaşanmadığı için reddettiği” bir “sanal tez” çerçevesinde yaşam alanı bulmaya çalışıyor.
Oysa, her geçen gün kamuoyuna mal olan yeni belgelerde de Osmanlı’da 1948 BM Soykırım Sözleşmesinin 2.maddesi kapsamına giren “bir grubu yok etme iradesi” bulunmadığı görülüyor.
Böyle bir irade olmadığı gibi, Ermenilerin, isyanlar çıkararak Rus ordularıyla birleşen gönüllü birlikleri ve Ermeni aşırılıkçılarınca gerçekleştirilen çete saldırılarından korunmaları amacıyla savaştan uzak bölgelere nakillerinin hedeflendiği biliniyor.
Bir başka ifadeyle “tehcir” güvenlik gerekçeleriyle alınmış “askeri” bir karar olarak kendisini gösteriyor. Arşiv kayıtları, iskan bölgelerine sevk edilen nüfusun 438.758, Haleptekiler ile iskan sahasına varan nüfusun da 382.148 olduğunu ispatlıyor. Doğal olarak savaş sırasındaki salgın hastalıklar, göç sırasında yaşanan çete saldırıları sonucu yaşamını yitiren Ermenilerin sayısı 56.610 kişiden oluşuyor.
Öte yandan “soykırım” ibaresinin; ne savunma amaçlı “tehcir” uygulamasında yaşananlarla, ne de 1.Dünya Savaşı sırasında Doğu Anadolu’da Türk, Kürt, Ermeni ve diğer Osmanlı topluluklarını katleden Ermeni mezalimi ile hiç bir ilgisinin olmadığı anlaşılıyor. Kaldı ki, 25 Ocak 2005 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Konseyi’nin Sudan/Darfur bölgesindeki olayların soykırım ile bağdaşmadığı yönündeki kararı, lobiler vasıtasıyla Türkiye’ye atfedilmeye çalışılan yersiz suçlamaların geçersizliğini çok net ve güncel olarak kanıtlıyor.
Tüm bunlara rağmen ve ne yazıktır ki günümüzde ırkçı yaklaşımlar eşliğinde subkjekif bir şekilde yorumlanmaya çalışılan tarihin; Osmanlı’nın “Sadık Millet” tanımına layık olan Ermenilerin, İmparatorluk içerisinde 1882-1909 yılları arasında gerçekleştirdiği 39 adet kanlı isyan olayına ve dolayısıyla yüz binlerce Türk’ün, Ermeniler tarafından katline tanıklık ettiği göz ardı ediliyor. Ayrıca, 1.Dünya Savaşı’nın “kayıp” rakamları baz alındığında hayatını kaybeden 5 milyon Türk’ten hiç bahsedilmemesi düşündürücü olduğu kadar objektif ve sağduyulu yaklaşımlardan uzakta anlamlar barındırıyor.
Bu düzlemde değerlendirildiğinde günümüze yansıyan global terör dalgasının bir uzantısı olan Ermeni terör hareketlerinin kamuoyunda yarattığı korku ve paniğin, sistematik bir değişime uğrayarak Türkiye’ye yönelik etnik ve psiko-sosyal temelde bir soykırım polemiğine doğru sürüklendiği görülüyor.
Sonuç olarak günümüz siyasetinin, iyi niyetli bir görüntüde meseleyi parlamentolar yerine tarihe bırakmayı tercih etme eğiliminde olduğu söylenilebilir ve bu durumda, konunun bilimsellik adına tarihi yargılama yetkisi bulunmayan siyasi karar mekanizmalarının ve parlamentoların dışına taşması da ümit edilebilir. Ancak, sorunun bir “bütün” halinde incelenmesi ve her iki tarafın da objektif ve bilimsel çalışmalara yönelmesi, günümüz çağdaş dünyasında önemli yer tutan bir beklentidir.