Mustafa TOMBULOĞLU
Yörtürk Kültür ve Sanat Dergisi (Eylül – Ekim 2012)
Dünya kültür ve medeniyet tarihi, siyaseti bir tarafa bırakarak bilimsel anlamda bakıldığında, Türklüğün hakkını pek çok bakımdan teslim ederken, bugünün Türkiye’sinde kendi siyasal ve kültürel varlığına şaibeli bir bakış geliştirme moda haline gelmeye başlamıştır. Bu durum Türk milletinin Batı emperyalizmine son yüz yıllık süreçte verdiği en güzel cevap olan Türkiye Cumhuriyeti şemsiyesini her anlamda tartışacak boyutlara kadar ulaşmıştır. Bu bağlamda günümüzde bazı kesimlerin millî devlet sistemine ve milletleşme sürecine karşı çıkmalarının nedeni bir felsefi duyarlılığın ve özgürlük arayışının eseri olmayıp, büyük Türkiye idealinin önüne geçmek için etnik ve dinî ayrımcılık üzerinden istikrarsızlık üreterek, çağın diline saplanıp kalmak suretiyle çözümü geri çevrilmesi mümkün olmayan geçmişte aramanın sonucudur. Bu sorunlu bakış açısı felsefi anlamda entegrizmle birebir örtüşen, demokrasi maskesi altında yeni insan ve iktidar tipiyle coğrafyayı kontrol etmeye yönelik yeni siyasi- stratejik hamledir. Bu hamlenin gönüllü parçası olanlar her demokrasi dediklerinde, ayrışmalar ve çatışmalar derinleşmektedir.
Anılan arayışın arkasında sadece Türkiye’de üretilen etnik ayrımcılığa yer bulma çabası yatmaktadır. Aynı zamanda öteden beri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesine muhalefet eden kesimlerin sistem arayışları söz konusudur. Millî devletin ve siyasetin temel kodlarını bozmaya dönük siyasi dil, Türk milletinin temel hassasiyetlerinin aşındırdığı ölçüde, ülke dış etkilere açık hâle getirilmektedir.
Her şeyin uluslararası boyut kazandığı/iletişim ağlarının yoğunluğu nedeniyle her yere nüfuz edildiği, dolayısıyla artık sınır ve millet kavramlarının önemini yitirdiği görüşü her türlü sömürgeci eğilime kapı açmaktadır. Bu ülkede özgürlükler adına ve görsel basında milletin gözünün içine bakarak günümüzde toprağın artık değeri yoktur demek, ülkesi olmayan bir topluluk icat etme hevesinin ürünüdür. Bir devletin var olabilmesi için belli ve sınırları tespit edilmiş bir ülkede bulunması zorunludur. Zira, “Ülke devlet egemenliğinin veya devlet kudretinin kullandığı bir çevredir.” Sınırların anlamını yitirdiği gibi uydurma gerekçelere sarılarak millî egemenlik idealini şaibeli kılmanın özgürlükle, temel insan haklarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bilinmelidir ki, egemenliğini yitirmiş kudretsiz devlet, başkasına tabi olan ve sömürge sahasına dönüşmüş bir devlettir.
Bu süreçte bir yönlendirme aracına dönüşen küreselleşme olgusu da işe koşulmuş; daha doğrusu bu olgu, emperyalist medenileştirme projesi şeklini almıştır. Kuşatma hareketini demokratikleştirme adı altında paketlemenin başka bir anlamı yoktur. Bu siyasi-stratejik uygulama, küreselleşme ideolojisinin vahşi yüzünü örtmeye, şüpheleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Zaten şüphe, hakka benzediği için şüphedir. Kendisini hak ve hukuk kalıbında sunan bu ideoloji, farklı kültürel sistemleri ve aidiyetleri, millî duruş ve vaziyet alış tarzlarını yok etmeye dönük bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır. 1990 sonrası dünyada milletin ve millî devletin geleceğine dair sorgulamanın sonuçlarından birisi şudur: Küreselleşme, milletleri önemli bir aktör olmaktan çıkaracaktır. Yani milletin ve millî devletin alternatifi kozmopolitizm ve küresel siyasi otoritenin şemsiyesi altında kendi tarihinden ve kültüründen soyutlanmış bağımlı devlet. Bu çıkarım, felsefi ve sosyolojik esaslara dayanmadığı bilimsel bir gerçekliktir. Dolayısıyla küreselleşmenin, yeni bir jeopolitik düzenleme politikası olduğu açıkça ortadadır..
Ülkemizde ileri demokrasi ve uyum adına, “En homojen kültürlerde bile bulunması gayet tabii karşılanabilecek bir takım mahallî, iktisadi, demografik, coğrafi ve benzer farklılıkları ve çeşitlilikleri, kültürel aidiyet farklı olarak tanımlayıp bunu da etnik farklılıkla eşitleme ve açıklama çabası tutarlı değildir. Küresel siyasi otorite, değerler üzerinden zihinleri yönlendirdiği için toplumun dönüşmesi sessiz biçimde gerçekleşmektedir. Soğuk savaş sonrası süreçte hem ülkemizde hem de tanzimi düşünülen bütün coğrafyada yaşanan hadiselere realist ve liberal teoriler geçerli bir açıklama getirememiş ve çözüm üretememişlerdir.
Bu yöntemle hem millî ruhun uyanışı önlenmiş hem de toplumun değerlerinin içi boşaltılarak olayları seyreden bireylerin üretilmesine zemin oluşturmuştur. Bu süreçte milliyetçiliğin ölümünü ilan etmenin nedeni budur. Çünkü, milliyetçilik ideolojisini modern dünyada böylesine etkili kılan, kadim bir zamansız topluluğa aidiyet duygusudur.
Bugün doğu ve batı emperyalizmi arasına sıkışmış ve devam eden Osmanlıyı parçalama sürecine dâhil edilemeye çalışılan bir Türkiye Cumhuriyeti söz konusudur. Küreselleşme, insan hakları, demokrasi gibi kavramlar, Türk milletinin “yapı bozum” sürecinde parçalanmasına hizmet ettirilmek istenilmektedir. Ancak bilinmelidir ki, Türkler bu coğrafyada binlerce yıl daha kalma azim ve kararlılığındadır. Bu coğrafyanın kadim siyasal iktidar yapısı Türk teşkilatçılığının bütün bölgedeki akraba topluluklar ve inanç paydaşlarımız için birer istikbal şemsiyesi olduğu tarihî tecrübenin bize öğrettiği bir gerçektir. İkonya’yı, Konya; Sangaryos’u, Sakarya, Konstantinapol’ü, İstanbul yapan ve İstanbul’u Yunus’un Türkçesiyle süsleyen Türk kültür ve medeniyetidir. İnanıyoruz ki bu kültür ve medeniyet, gelecek bin yılda da aynı azim ve kararlılıkla bu coğrafyada varlığını Türk-İslam medeniyeti kültür ve medeniyeti ile bütün insanlık adına koruyacaktır.