Mustafa TOMBULOĞLU
(Yörtürk Kültür ve Sanat Dergisi-Eylül/Ekim 2004)
Sınır ve kural tanımayan terörün hedef aldığı ülkeler arasında İslam dünyası da bulunmaktadır. Oysa ki, terör kavramı Batı kaynaklı olup, “İslam” kelimesi Arapça’da “Barış” kelimesiyle aynı anlama gelmektedir. İslam adına yapılan terörist eylemler ise, ne yazık ki tüm dünyada İslam’a ve Müslümanlara karşı büyük bir nefretin tohumlarını atmaktadır. İnsanı dehşete düşüren bu eylemlerden başka İslam’a ne zarar verebilir? Ağaçların kesilmesini yasaklayan, öldürmeyi en büyük günahlardan sayan, bilerek bir karıncanın üzerine basılmasını bile hoş görmeyen ve susamış bir kediye su vereni dahi ödüllendiren bir dine mensup kişilerin yaptığı bu tür eylemler birer insanlık suçudur.
Bu eylemlerin direniş olarak değerlendirilmesi ve haklı gösterilmesi, hem dinen hem de kanunen mümkün değildir. Ancak, eylemlerin nedenlerini ve kaynaklarını anlama konusunda gereken çabayı da göstermemiz gerekmektedir. Burada dikkat çekici olan; dine dayandırılan terörün İslam ile özdeşleştirilmeye çalışılmasıdır. Amerika’daki Hıristiyan milislerin yaptığı terörün, İsrail’in Filistinlilere uyguladığı zulmün ya da İrlanda’daki Katoliklerin yaptıkları şiddetin aksine, her nedense sadece Müslümanların yaptıkları dinlerine dayandırılmaktadır. Şiddet olaylarının kaynakları ve nedenleri hakkında yapılan araştırmalar, her ülkenin kendine özgü koşulları olduğunu göstermiştir. Koşulların oluşması halinde, dünyadaki her din ya da düşünce söz konusu şiddet olaylarını üretebilir.
“11 Eylül” olayının üzerinden üç yıl geçti. ABD’nin aldığı güvenlik önlemlerinden sonra bu olaydan en çok zarar gören öncelikle Müslümanlar oldu. “11 Eylül”ün hemen ardından Müslüman ülkelerde yapılan anketlerde ABD’ye büyük destek verilirken, aradan geçen zamanda ABD açısından durum tersine döndü. Amerikalı yetkililer yaptıkları açıklamalarda, Müslümanları terörizm ve fanatizmle eş tutmamak gerektiğini vurgulamaya özen gösterseler de; Müslümanlara yönelik olumsuz görüşleri içeren yüzlerce makale, haber ve fotoğraf yayımlanıyor. Dolayısıyla “terör ile mücadele” adı altında yürütülen savaş, açıkça söylenmese de Müslüman kitlelere yönelmiş bulunuyor. Bu çerçevede, Uluslararası Af Örgütü, 11 Eylül 2001 saldırılarından bu yana, ABD’nin ırksal geçmişe ya da dini bağlılıklara göre insanları hedef alarak, yaklaşık 32 milyon kişiyi fişlediğini ve ABD’de yaşayan her üç kişiden birinin fişleme uygulamasının kurbanı olma riskinin bulunduğunu açıkladı. Öte yandan, uluslararası Helsinki İnsan Hakları Federasyonu’nun (IHF) raporunda da, Avrupa Birliği’nde Müslümanlara yönelik husumet yanlısı yaklaşımların giderek yaygınlaştığı ifade edilmiştir.
ABD ve İslam arasında şu an için bir savaş yoktur. Ancak, bir savaşın başlaması için her türlü risk mevcuttur. Çünkü, taraflar birbirini tanımamakta ve karşı tarafa ait dini referansları anlamamaktadır. Diğer taraftan, ABD’ye yapılan terör saldırılarının arkasında olanlar “İslam adına bir savaş verdiklerini” iddia ederken, “dinci terör” gibi terimlerin yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Pakistan’ın batısından Orta Afrika’ya kadar olan geniş bir alanda krizler artıyor ve ABD’ye karşı bir dini direnç yükseliyor. Terör saldırıları; Irak’ta, Afganistan’da veya başka yerlerde giderek artıyor. Bu coğrafyada, eskiden İsrail’e destek verdiği için Amerika’yı düşman ilan eden bir anlayış bulunmaktaydı. Şimdi ABD’nin, İslam’a karşı savaş açtığını iddia etmeye başlayan radikal gruplar var. ABD, her ne kadar hem Irak’ta hem de diğer Müslüman ülkelerde demokrasi, özgürlük ve refah getirmek için mücadele verdiğini söylese de buna inanan insanların sayısı hızla azalıyor.
Irak’ta Ebu Garib Hapishanesi’nde yaşanan işkence olaylarını ortaya çıkaran The New Yorker Dergisi’nin yazarı Seymour HERSH, “Komuta zinciri: 11 Eylül’den Ebu Garib’e” adlı yeni kitabında, “Ebu Garib skandalının kökleri, bir grup ordu mensubunun sadistçe eğilimlerine dayanmıyor. Bunun sorumlusu, Başkan George W. Bush ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in teröre karşı benimsediği göze göz, dişe diş politikasının içerdiği gizli operasyonlar ve baskı yöntemleridir” ifadelerine yer veriyor. CIA’nın emekli Ortadoğu Şefi Graham E. FULLER ise, tartışmalara neden olan “Siyasal İslam’ın Geleceği” adlı son kitabında, “ABD’nin, terörizme karşı savaş kılıfı altında İslam dünyasına karşı uyguladığı tek taraflı ve dayatmacı politikalarını terk etmemesi halinde, Amerikan toplumuna ve dünyanın diğer bölgelerine huzur gelmeyeceğini” savunuyor. Ortaya çıkan tespitin akla getirdiği sorular şunlardır: ABD, adil bir dünya düzeni kurma konusunda ciddi ve istekli midir? Büyük Ortadoğu vizyonu, İslam ve ABD arasında bir köprü olmayı amaçlamakta mıdır?
Eğer öyle ise, ABD tarafından, Araplar ve Müslümanlar ile derin ve yapıcı bir diyalog başlatılmalı ve ABD-İsrail ilişkisinin stratejik değişime olan ihtiyacı önemsenmelidir. Büyük Ortadoğu vizyonu yol haritasının her aşamasına Müslüman devletler ortak edilmeli, ABD ile İslam ülkeleri arasında askeri birliktelikler sağlanmalıdır. ABD’nin, koşullarını dayatma siyasetinin kargaşa ürettiği ve bu durumda uygarlığın tamamen tahrip olma ihtimalinin bulunduğu bilinmelidir. Bu arada, İslam ülkelerine de “İslam’ın doğru ve açık bir şekilde anlatılması” konusunda önemli görevler düşmektedir. Çünkü, İslam’ı emellerine alet etmek isteyenlere engel olmak öncelikle Müslümanların görevidir. Aksi halde, yaklaşan büyük tehlikenin aşılması imkansız hale gelecek ve bundan herkes zarar görecektir.