İçeriğe geç

MİSYONERLİK ÜZERİNE

    Mustafa TOMBULOĞLU
          (Yörtürk Kültür ve Sanat Dergisi-Mayıs/Haziran 2005)

    Hıristiyanlar, misyonun diğer insanlara iletilmesi konusundaki referanslarını “Yeni Ahit” de yer alan İncil metinlerinde geçen İsa’nın bazı sözlerine dayandırsalar da, Hıristiyanlık tarihinde ilk sistematik misyon faaliyetlerinin “Pavlus” ile başladığı görülmüştür. Bir bütün olarak Hıristiyan geleneğinde (tarihinde, teolojisinde, etik anlayışında, vb.) oldukça önemli bir şahsiyet, Hıristiyanlık açısından olmazsa olmaz bir değer taşıyan Pavlus, Helenistik İsa cemaati tarafından kurgulanan ve kendisi tarafından geliştirilen “ilahi Oğul Rab İsa Mesih” inancını temel alan öğretileri yaymak amacıyla Anadolu, Yunanistan ve Makedonya’ya yönelik üç önemli misyon seyahati gerçekleştirmiştir.

    Hıristiyanlığın mimarı Pavlus, insanları kendi öğretilerine inandırabilmek için adeta her şeyi caiz görerek tüm yolları denemiş, inanıp kabul etmediği halde karşısındakileri kendi tarafına çekebilmek amacıyla, onların çeşitli inanç ve değerlerini kabul ediyormuş gibi görünerek bizdeki ifadeyle, takiyyecilik yapmıştır. 7.yüzyılda genç ve dinamik bir inanç sistemi olarak, tarihte hiçbir dinin başaramadığı oranda hızlı bir yayılma gösteren İslam’ın bu dinamizmi, Müslümanları kısa zamanda siyasal, kültürel ve ekonomik bağlamda oldukça güçlü egemen bir hale getirmiştir. İslam’ın Hıristiyanlığın ana vatanı sayılan Filistin, Ürdün, Suriye, Anadolu ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde hızla yayıldığı dönemlerde misyonerler tarafından, kitleler halinde insanları kendisine çeken, siyasal ve kültürel yönden güçlü olanların dini konumunda bulunan İslam’ın cazibesine karşı, kendi inanç esaslarını savunmak, Hıristiyan halkların İslam’a yönelmesine engel olmak, İslam’a giren Hıristiyanları yeniden kendi dinine döndürmeye çalışmak ve İslam’a karşı polemik üretmek konularında yoğun çaba sarf edilmiştir. Müslümanlara yönelik ilk ciddi misyonerlik girişimi 1299-1306 yıllarında “Raymund Lull”un Tunus’a yaptığı misyon gezisiyle sistematik olarak başlatılmış olup, İslam ülkelerine yönelik misyonerlik faaliyetleri özellikle 18.yy. ve sonrasında yoğunluk kazanarak devam ettirilmiştir.

    Osmanlının ekonomik, siyasal ve askeri yönden zayıfladığı dönemde Anadolu’ya gelip yerleşen misyoner örgütler, çeşitli şehirlerde açtıkları okulları üs edinerek, Hıristiyanlığı yayma çalışmaları yapmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’nın öncesi ve sonrasında, farklı güçlerin tahrik ve kışkırtmalarıyla isyan eden ya da yabancı güçlerle işbirliği yapan Hıristiyan azınlıklarla Müslüman halk arasında ciddi sorunlar doğmasından ötürü, Anadolu’ya yönelik misyonerlik faaliyetlerinde ciddi bir kesinti yaşandığı görülmüştür. Cumhuriyetin ilan edildiği dönemlerde ise, izlenen içe dönük politikalar ve İkinci Dünya Savaşı nedeniyle misyonerlik Anadolu’da, inişli çıkışlı bir seyir izlemiş, ancak gelişen süreçte Türkiye’nin izlediği politikaların dışa açılmasıyla birlikte yeniden ivme kazanmıştır.

    Diyalog kavramıyla birlikte, misyonerlik faaliyetlerinde ön plana çıkarılan ve Hıristiyan mesajının/öğretisinin ya da iyi haberinin bütün insanlara iletilmesi anlamına gelen bir diğer kavram da “Evangelizm” ve “Evangelizasyon” olmuştur. Evangelizm muhatabını, yalnızca Hıristiyanlık dışı diğer din mensupları olarak değil, dine karşı ilgisiz kalan Hıristiyan halklar da dahil tüm insanlar olarak görmüştür. Dolayısıyla misyonerlikten farklı olarak hem Hıristiyanlara hem de olmayanlara yönelik İncil mesajının sunulması amacını yüklenen evangelizm özellikle Protestan misyonerlik faaliyetlerinde anahtar bir kavram olarak kullanılmaktadır. Günümüz itibariyle de evangelik kiliselerin kurduğu misyoner teşkilatlar, dünyanın dört bir tarafında Hıristiyanlık propagandası yürütmektedir.

    Kilisenin, yine misyonerliğe ilişkin geleneksel Hıristiyan yaklaşımından hareketle, önemle üzerinde durduğu bir konu da, farklı dinsel ve kültürel yapıya sahip topluluklara Hıristiyan mesajı götürülürken, toplumların aşina oldukları dinsel ve kültürel yapıya uygun tarzda Hıristiyan mesajının yorumlanması, biçimlenmesi ve o toplumlara bu şekilde sunulmasıdır. Katolik misyonerlik çevrelerin “inkültürasyon” Protestanların ise “contextualization” kavramlarıyla ifade ettikleri bu metodun, Hıristiyan inancı ve değerlerine karşı tarihten ve kendi kültürel değerlerinden kaynaklanan bir bakış açısıyla olumsuz tutumlara sahip olan toplumların, Hıristiyanlığa karşı bu olumsuz yaklaşımlarını gidermeye ve onların kendi kavram ve değerleriyle Hıristiyanlığı tanımalarını sağlamayı amaçlamaktadır. Özellikle İslam ülkeleri ve ülkemize yönelik misyonerlik faaliyetlerinde yoğun şekilde kullanılan bu metodolojinin kaynağı, yine Hıristiyanlığın kutsal kitabıdır.

    Hıristiyanlığın en çok rağbet gördüğü ya da kiliseye bağlılık oranlarının oldukça yüksek olduğu yerler arasında; “Üçüncü dünya ülkeleri arasında yer alan Orta ve Latin Amerika ülkeleri, Afrika’nın Hıristiyan bölgeleri, nispeten Hıristiyanlığı yeni kabullenmiş/kabullenmekte olan Güney Kore, diğer bazı uzak doğu ve Ön Asya halkları” sayılabilecektir. Misyonerler üçüncü dünya ülkeleri ve Müslüman halklarını kendilerine hedef seçerlerken, Hıristiyan Batı ülkelerinde hızla yoğunlaşan din dışılıklar ve Hıristiyan inancına ilgisiz kalan Batı halklarını görmemektedirler. Üçüncü dünya Hıristiyan halklarıyla, yeni Hıristiyanlaştırılan bölgelerdeki bağlılarıyla nispeten sıkı ilişki içinde olan kilise ve Hıristiyan inancı, Hıristiyanlığın vatanı gibi görülen Batıda gittikçe yalnızlığa sürüklenmektedir.

    Misyonerler için misyonerlik aktivitelerine başlamadan önce üzerinde durulması gereken en önemli konu, “Misyon faaliyetleri için uygun, elverişli hedef kitleler/toplumlar” belirlemektir. Misyonerlik faaliyetlerinde önceliğe sahip olan hedef kitleler; “Ekonomik ve/veya sosyal ve siyasal sıkıntı çeken yöre halkları yani fakir ülkeler, mülteciler ve sürgünler, etnik ya da kültürel açıdan azınlık statüsünde görülenler ya da kendilerini böyle görenler ve tanımlayanlar (ülkemizde Kürt, Çerkez, Gürcü, Laz vb. Afrika ülkelerinde çoğunluğun arasında kendilerini farklı kabile kimliğiyle tanımlayanlar), çeşitli mezhepler ve azınlık statüsündeki dinsel akım bağlıları (Ortadoğu ülkelerinde yaşayan Nusayriler, Yezidiler, Dürziler, Bahailer, Babiler, Kadiyaniler, Sabiiler vb.), tarihsel olarak Hıristiyan bir geçmişe/kökene sahip olanlar, savaş iç çatışma ve kaos ortamında olan yöre halkları” şeklinde sıralanmaktadır.

    Misyonerliği salt “İncil ve İsa” söylemiyle, sadece bir “Hıristiyanlaştırma” propagandası bağlamında değerlendirmek, konuyu basite indirgemek anlamına gelmektedir. Çünkü misyonerler sadece kiliseler tarafından değil aynı zamanda devletler, askeri güçler ve istihbarat birimleri de tarafından da yönlendirilmektedirler. Böylelikle misyonerlik, dini boyuttan siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel dinamiklere taşınmaktadır. Diğer bir deyişle, kapsama alanı genişlemektedir.

    Bu aldatmacalar karşısında toplum olarak daha bilinçli ve daha tutarlı davranışlar sergilemek zorundayız. Bunun içinde her türlü iletişim aracından faydalanarak ortaya çıkan yeni gelişmeleri birbirimizle paylaşmak durumundayız. Toplumumuza yönelik yapılan bu entrikalara karşı neler yapılabilir…? konusunda ise; “Kültür emperyalizminin yaygınlaştırılmasında aracı olan yapısıyla masum din ve inanç özgürlüğü isteminin dışına çıkan misyonerliğin, geleneksel anlamda yüzeysel değerlendirmesinden vazgeçilerek, daha gerçekçi ve akademik tanım ve değerlendirmesinin yapılması” gerekmektedir.

     

    Bir yanıt yazın